Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı - 4


Bizi zafere götürecek metod ve stratejiyi gösteren Allah’a hamd; bu metodu en güzel şekilde uygulayarak zafere ulaştıran Rasulüne salât-u selam; ümmetin kurtuluşu için mücadele veren kardeşlerime selam olsun.

Kasım sayısında 30 yıldır Ortadoğu’da diktatörlükler kuran entrikacı ve zalim batılı güçlerin son birkaç yıldır Büyük Ortadoğu Projesi’nin ikinci basamağına geçtiklerini ve bölge ülkelerinde iç savaşlar başlattıklarını ifade etmiştim. Ortadoğu halklarını özgürlük ve demokrasi yalanı ile sokağa dökenlerin gerçek niyetlerini ve hedeflerini maddeler halinde açıklamıştım. Bu sayıda ise Libya, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde sokağa çıkmadan evvel neler hesaplanmalıydı konusuna temas edeceğimi ifade etmiştim. Ona başlayalım;

Haberleri takip edenlerin hatırlayacağı üzere Ortadoğu’da başlayan halk hareketleri Tunus ve Mısır’da çok kanlı olmamış olsa da özellikle Libya ve Suriye’de iç savaş boyutuna ulaşmış ve on binlerce insanın kanı akmıştır. Bu ülkeler neredeyse tamamen harap olmuş ve 40-50 senede kendilerini maddi-manevi toparlayamayacak hale gelmiştir. Özellikle Suriye’de bu yıkım çok daha fazla olmuş ve şu ana kadar yaklaşık 150 bin insan ölmüş, 5-6 milyon insan evini barkını terk etmek ve perişan bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Bütün bunlara rağmen dış desteğe sahip olan zalim iktidara karşı hiçbir sonuç alınamamıştır. Halk savaştan bıkmış ve muhaliflere olan iç ve dış destek epeyce azalmıştır. Görünen odur ki muhalifler gitgide yalnızlığa terk edilmekte hatta haberlerde onlardan artık pek bahsedilmemektedir.

Muhaliflere destek sözü verip onları sokağa dökenler zalim iktidarın gücünü, alabileceği dış desteği, Avrupa ve Amerika’nın muhaliflere ciddi bir destek vermeyeceğini hatta onları satabileceklerini, onların demokrasi isteklerinin yalan olduğunu ve gerçekte başka hesaplar peşinde olduklarını, böylesi diktatörleri gerçekte onların getirdiğini ve mevcut zalim gitse bile onun yerine onun gibi bir başkasını getireceklerini düşünmediler. Aynı zamanda muhaliflerin ağır silahlarının olmadığını ve olamayacağını, birlik beraberlik içinde olmadıklarını ve olamayacaklarını, askeri ve siyasi bilgi ve stratejiye sahip olmadıklarını ve olamayacaklarını, hiçbir eğitimlerinin ve tecrübelerinin olmadığını, bu halleriyle yeterince askeri, maddi ve istihbarat desteği olmadan koca bir orduya karşı koymalarının mümkün olmadığını ve olamayacağını, bu hareketin sonuçta yüzbinlerce kayıp vererek bitmek zorunda kalabileceğini hesaba katmadılar. Bunları Suriyeli muhaliflerin düşünememesi normal karşılanabilirse de Türk Hükümetinin ve siyasilerin düşünememesi kabul edilemez. Zalimin karşısında olmak, mazluma yardım etmek elbette doğru ancak hesapsız atılacak adımlar ile zalime değil mazlumlara zarar verilir. Öyle de olmuştur ve Suriye halkı bugün dünyanın en kötü durumunda olan halkı durumuna gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iyi niyetle Ortadoğu’daki diktatörlüklerin yıkılmasını ve Müslüman halkların biraz daha özgürleşmesini istiyor olabilir. Bunun için bu halk hareketlerini destekleyerek risk alıyor da olabilir. Ancak şu bir gerçek ki kendi aldığı riskten çok daha fazla Suriye halkını riske atmıştır. Daha önce de Amerika, Irak’ı işgal ettiğinde hükümet yine aynı gerekçeyle Saddam gibi bir zalimden Irak halkının kurtulması ve özgürlüğüne kavuşması için emperyalist, zalim ve dünyanın en büyük yalanlarını söyleyerek zayıf ülkelere saldırıya geçen Amerika’yı desteklemişti. Sonuç ne oldu? 1.5 milyon şehit, yerle bir olmuş bir devlet, Amerikalı askerler tarafından namusları kirletilen on binlerce Iraklı Müslüman kadın, neredeyse bölünmüş diyebileceğimiz bir toplum, her gün patlayan bombalarla günde yüz civarında insanın ölmeye devam ettiği ve mezhep çatışmalarının fitilinin ateşlendiği bir Irak… Tek kelimeyle maddi-manevi enkaza dönmüş bir ülke. Belli ki böyle olacağı düşünülemedi. Saddam gibi diktatörleri İran’a karşı savaşsın diye aslında Amerika’nın getirdiği de unutuldu. Amerika’nın derdinin ne Saddam ne de kimyasal silahlar olmadığı ve kendince İslam’ı ve Müslümanları dönüştürmek, ılımlı hale getirmek ve Ortadoğu’daki etkisini artırmak olduğu da anlaşılmadı. Amerika’nın gerçek niyetini ve projesini bize söylemeyeceği ve sözüne güvenilmez bir devlet olduğu da düşünülmedi ve Irak’a demokrasi geleceği hayalleriyle büyük emperyalist desteklendi.

Türk Hükümeti az ve de güvenilir olmayan bilgilerle büyük kararlara imza atmış, bunu aktif dış politika zannetmiş ve telafisi mümkün olmayan büyük hatalar yapmıştır. Bu arada tüm komşu devletlerle ilişkileri bozulmuştur. Kendini olduğundan daha güçlü zannetmesi sağlanmış ve Türkiye bölgede büyük rollere soyunsun böylece Amerika tarafından maşa olarak kullanılabilsin diye pohpohlanmıştır. Sahte ve hiçbir geçerliği olmayan abi rolü verilmiş ve siyasi kararları verenleri böylelikle aldatmışlardır.

Gerek Suriye muhaliflerini destekleyen, sokağa çıkmaları için teşvik eden, onlara açık ve gizli yardımlarda bulunan, onları örgütleyen, Türkiye’de toplantılar düzenlemelerini ve sürgünde bir hükümet kurmalarını sağlayan Türk Hükümeti ve gerekse Suriye halkından rejim muhalifleri bu hareketi başlatmadan evvel neleri hesaba katmalıydılar? Böyle bir halk hareketi hangi şartlar gerçekleştikten sonra başlatılabilirdi?

1. Öncelikle şunlara sahip bir cemaatin oluşmuş olması gerekirdi;

a- Ehliyet ve cesaret sahibi lider

b- Ehliyet ve cesaret sahibi aynı zamanda disiplinli ve itaatkar kadrolar

c- Cesaret ve disiplin sahibi, cemaate  itaat kabiliyeti kazanmış milyonlarca insandan oluşan bir kitle

d- Böyle kitleleri sevk ve idare edebilmek için gerekli sistem ve teşkilat yapısı. Bunlara ilaveten hem lider, hem kadro ve hem de cemaatin fertlerinin tamamına yakınında hedefin doğruluğuna, ulaşılabilir olduğuna ve ulaşılmasının bir zaruret olduğuna kuvvetli bir inanç ya da iman.

Suriye ve Libya’da bunlardan eser bile yoktu. Suriye’de 1982’de Beşşar Esed’in zalim babasının gerçekleştirdiği Hama kenti ve civarındaki katliamlar sonucunda 50-60 bin civarında Müslüman şehid edilmiş ve var olan İslami çalışmalar da tamamen bitirilmişti. O günden beri Suriye’de halkın gözü korkmuş ve hiçbir İslami faaliyet yapamaz olmuştu. Gerçek İslam’ı öğreten tüm kitaplar yasaklanmıştı. 4-5 kişi bir evde bir araya gelemiyordu. Bunlardan dolayı Suriye halkı İslam’ı bilmeyen, cemaat çalışması yapmayan ve hizmet tecrübesi olmayan bir halk durumuna gelmişti.

Suriye halkı bu olaylardan bir yıl öncesine kadar Beşşar Esed’i alkışlayan ve ona oy veren bir halk değil miydi? Böyle bir halkı sokağa dökmeden önce orada güçlü bir cemaatin, güçlü bir liderliğin, güçlü ve tecrübeli bir kadronun, sağlam bir eğitim sisteminin, sağlam bir teşkilat yapısının ve kurumlarının oluşması gerekmez miydi? Diğer şartlar gerçekleşse bile sadece disiplin şartı gerçekleşmediğinde hareket başladıktan sonra kontrolden çıkacaktır. Suriye’de olan tam da budur, tam bir kontrolsüzlük ve kargaşadır. Birbirinden kopuk hatta bazen birbirleriyle savaşan 1500’e yakın silahlı örgüt oluşmuştur. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de silahlı cihadı başlatmamasının bir sebebi de yukarıda söylenen özelliklere sahip bir kadro ve kitlenin oluşması, Müslümanların zulme karşı Allah için sabretmeyi, liderden emrin gelmesini beklemeyi ve lidere itaat etmeyi öğrenmesi idi.

2. Böyle bir cemaat teşekkül ettikten sonra yıllarca tebliğ ve eğitim çalışmaları yapılmalı ve geniş kitlelere İslam götürülmeliydi. Böylece İslam’ın hakimiyetini isteyenler ve bu uğurda mücadele edenler de neyi istediklerini bilerek isteyecekler, İslam’a düşman olanlar da neyi reddettiklerini bilerek reddedeceklerdi. Bu şekilde herkes bilerek bir tercihte bulunacak ve saflar ayrılacaktı. Kur’an-ı Kerim saflar ayrıldıktan sonra Müslümanlara Allah’ın yardımının, kafirlere ise Allah’ın azabının geldiğini belirtir. Bu, Sünnetullah’tır ve değişmez. Tebliğ yapılmadan Allah Müslümanlara yardım, kafirlere ise azap etmeyecektir. Allah’ın yardımının gelmesi safların ayrılmasına, safların ayrılması ise İslam cemaatinin ve davetçilerinin Tevhid’i anlatmasına bağlıdır. Tevhid anlatıldığında ve “Allah’tan başka ilahın yani itaat edilecek bir makamın olmadığı, Allah’ın dünyasında O’nun dediğinin olması gerektiği ve O’ndan daha iyi bilenin olamayacağı, aynı zamanda dediğinin olmasının O’nun hakkı olduğu” açıkça ortaya konulduğunda bir kısım insanlar kabul edecek, bir kısmı ise reddedecek ve saflar ayrılmış olacaktır. Böylece reddedenler bizi değil; Allah’ı ve Tevhid’i reddetmiş olacak ve bizimle değil; Allah ile karşı karşıya gelmiş olacaklardır. İş bu noktaya geldikten sonra Allah’ın yardımı gelecektir.

İslam’ın ve Tevhid’in öğretilmediği bir toplumda birden bire silaha sarılmak ve devrim yapmak istemek hem siyaseten hem de İslam Fıkhı açısından doğru değildir. 1. maddede belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber Mekke’de silaha sarılmış mıdır? Hayır. Neden? Sebep çoktur. Sayının ve gücün yetersizliği bir sebep olsa da ondan çok daha önemlisi tebliğ edebilmek, anlamalarını sağlamak ve yarınlarda iman edecek olan kimseleri bugünden öldürmemek ya da karşımıza almamak içindi. Onların anlamaları ve düşünmeleri için mühlet vermek içindi.  Ayrıca Mekke’de daha hakkıyla tebliğ yapılmadan silaha sarılınmış olsaydı, müşrikler İslam’ı ve Müslümanları fitneci, katil, akrabaları birbirine düşman eden bölücüler olarak göreceklerdi. Daha başka sebepler saymak da mümkün. Allah Azze ve Celle bu gibi sebeplerden dolayı Mekke’de sabrı emretmiş ve silaha sarılmaya izin vermemiştir. Taviz vermeye izin vermediği gibi. Bu iki yönlü ve dengeli strateji ile yani hem saldırmamıza hem de taviz vermemize izin vermeyerek bizi başarıya ve zafere götürmüştür. Saldırmamıza izin vermeyerek hem hareketi altından kalkamayacağı hatalar yapmaktan ve yok olmaktan korumuş hem tebliğin önünü tıkamamış ve tebliğe devam edilebilmiş hem Müslümanlara sabretmeyi öğretmiş ve onları olgunlaştırmış hem liderden emir gelmeden harekete geçmemeyi öğretmiş hem kâfirlerin mazlum durumdaki Müslümanları görüp kalplerinin yumuşamasını sağlamış hem de İslam’ın rahmet dini olduğu, öldürmeye değil tebliğ ile diriltmeye geldiği anlatılmıştır. Taviz vermemize de izin vermeyerek hareketi bozulmaktan, şahsiyetsizleşmekten, bukalemun gibi renkten renge girmekten korumuştur. Bu metod sayesinde Ebu Bekir’ler, Ömer’ler… yetişmiştir.

Bu nebevî metod ışığında ve bu gözle Suriye’ye bakıldığında büyük yanlışlar yapıldığı anlaşılacaktır. Küçük bir takım gayretleri saymazsak Suriye’de tebliğ çalışmaları yaklaşık 30 yıldır terkedilmiş ve Suriye halkına İslam ve Tevhid öğretilmemiştir. Sonra da böyle bir halk silahlı mücadeleye teşvik edilmiştir. Büyük bir kumar oynanmış ve bu kumar kaybedilmiştir. Vahyin gösterdiği metod ve strateji terkedilir, akıl ön plana alınır ve Amerika’nın yönlendirmesiyle davranılırsa böyle telafisi imkânsız hatalardan korunmak mümkün olmayacaktır.

Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun.

Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı - 3


Bizi yeryüzünün en şereflisi olarak yaratan ve yol gösteren Allah’a hamd; insanları uyandırmak ve kölelikten kurtarmak için mücadele eden çilekeş peygambere salât-u selam; bu zamanda İslâm davasını omuzlayan kardeşlerime selam ile başlıyorum. Geçen sayıda batılı ve batıcı güçlerin Ortadoğu’da neden diktatörlükler kurduklarını ve bu diktatörleri neden desteklediklerini birkaç madde ile açıklamış, bu güçlerin şimdi neden strateji değiştirerek Ortadoğu’da demokrasi istiyorlarmış gibi davrandıklarını ve neden halkları sokağa döktüklerini açıklamaya başlayacağımı ifade etmiştim. Şimdi ona başlayalım: Bilindiği üzere Büyük Ortadoğu Projesi, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek başlatılmış, Afganistan ve Irak’ın işgali ile milyonlarca masum Müslüman şehit edilmiştir. Bu zulüm ve kargaşa dönemi hâlâ sürmekte ve her gün yüzlerce Müslüman’ın şehid olmasına sebep olan olaylar devam etmektedir. Bu lanetli projenin ilk basamağının, işgal ve öldürme ile hem Ortadoğu halklarının yani Müslümanların gözünü korkutmak hem de özellikle Afganistan ve Irak’a kendilerince yeniden çeki-düzen vermek ve istedikleri sistemi ve idarecileri bu ülkelerde işbaşına getirmek olduğu açıktır. Yaklaşık 3 yıldır ise projenin ikinci basamağına geçilmiş ve Ortadoğu halkları sokağa dökülmüştür. Libya, Tunus, Mısır ve Suriye’de halklar ‘özgürlük’ diyerek eylemlere başlamış, Libya ve Suriye’de silaha sarılmıştır. Olaylar dikkatle gözlemlendiğinde bu olayların tabii bir şekilde gelişmediği, bir yerden düğmeye basıldığı, bu olayların Büyük Ortadoğu Projesinin devamı ve yeni bir safhası olduğu anlaşılacaktır. Sokağa dökülen halklar bu olaylardan bir iki sene öncesine kadar bu diktatörleri destekliyor ve onlara oy veriyordu. Bir kısmı severek, bir kısmı ise korkarak… Ne oldu da birdenbire sevenler sevmez, korkanlar da korkmaz oluverdi? Büyük kitlelerin bir sene içerisinde silahlı mücadeleye başlayacak kadar bilinçlenmeleri mümkün olmadığına göre bu olaylar nasıl başladı? Halklar nasıl sokağa döküldü? Bugüne kadar o zalim diktatörlerinden korkanlar kimden ve nasıl bir güvence aldılar ki bu hareketi başlatabildiler? 100 yıldır sindirilmiş ve gözü korkutulmuş bir halkın güvence ve destek sözü olmadan, cemaatsiz, lidersiz, kadrosuz, eğitimsiz ve plansız bir şekilde koca bir orduya, tanklara, helikopter ve uçaklara karşı harekete geçtiğine inanmak mümkün müdür? Birçok Ortadoğu ülkesinden bu çatışma bölgelerine götürülen gençler kimler tarafından ve nasıl götürülmektedir? Bu işler istihbarat örgütleri olmadan olabilir mi? Suriye ve Libya gibi devletlerde başlayan bu hareketler neden Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri … gibi diğer krallık ve diktatörlüklerde başlamadı? Yoksa buralarda demokrasi mi vardı? Buralarda başlamadı yani başlatılmadı. Çünkü bu kralların Amerika ile arası iyidir ve bunlar Amerika’nın ricasını bile emir telakki eden diktatörlerdir. Bu sözlerim aslında Ortadoğu halklarının krallarından razı olduğu ama birilerinin gelip onları kışkırttığı manasında anlaşılmamalıdır. Söylenmek istenen bu zalimlere karşı daha önce harekete geçemeyen, konuşamayan ve kımıldayamayan halklar nasıl oldu da birdenbire silahlı mücadeleyi göze alacak hale geldiler? Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün gibi devletler kendileri de krallık olmalarına rağmen neden ve kimin emriyle muhalifleri desteklemekte, gizli ve açık oluk gibi para akıtmaktadırlar? Aynı devletler neden Mısır muhaliflerini yani İhvânı Müslimîn’i desteklememekte hatta İhvâna ve seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı darbe yapan ve sonra da binlerce Müslümanı şehid eden zalim darbecileri desteklemektedirler? Bütün bu soruların cevapları düşünüldüğünde bu kadar büyük olayların kendi kendine başlamadığı ve başlayamayacağı, bunların büyük bir planın parçası olduğu anlaşılacaktır. Ayrıca 2003 yılında Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın: “22 ülkede rejimi değiştireceğiz.” sözlerini hatırlarsak olan olayların perde arkasını anlamak daha da kolaylaşacaktır. Bu diktatörlükleri 100 yıldır bölge insanının başına bela eden, Ortadoğu’da krallıklarla kendi menfaatlerini daha iyi koruyan Avrupa ve Amerika’nın hedefinin demokrasi ve bölge halklarının özgürlüğü olmadığına göre o halde bu olayları başlatırken hedefleri ne olabilir? Büyük Ortadoğu Projesinin birinci aşamasında Afganistan ve Irak’ın işgali ile ve öldürdüğü milyonlarca insan sebebiyle çok tepki toplayan ve prestij kaybına uğrayan aynı zamanda çok para ve asker kaybeden Amerika, bundan gerekli dersi çıkarıp projenin 2. aşamasında bölgede iç savaşlar çıkarmayı planlamıştır. Bu strateji ile şunları hedeflemektedir. Maddeler halinde özetlersek: 1- Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük yıkımdan sonra yüzyıldır zorluklarla meydana getirilmiş olan maddî varlıklarımızın ve ülkelerin alt yapılarının yok edilmesi, bu ülkelerin tamamen enkaza dönüştürülmesi. Böylece İslâm âleminin 70-80 yıl geriye götürülmesi, 2- İç savaşla yüz binlerce insanın öldürülmesi ve Müslüman nüfusun artmasının engellenmesi, 3- Hem ülke içinde hem de ülkeler arası uzun yıllar sürebilecek kavga ve fitnelerin başlatılması, araya kan girmesi ve kardeşliğin bozulması 4- Enkaza ve harabeye dönüştürülmüş bu ülkelerin inşası için kendi inşaat firmalarına iş çıkartılması, yeni sömürü kapıları açılması, 5- Kademe kademe Ortadoğu’nun değişik yerlerinde çatışma bölgeleri meydana getirerek samimi, sancılı ama siyaset ve strateji bilmeyen, olayların perde arkasındaki gerçek aktörleri göremeyen binlerce radikal Müslüman gencin özellikle çevre ülkelerden o çatışma bölgelerine çekilmesi ve onların orada yok edilmesi. Böylece bu radikal ve cihad taraftarı gençlerden o diktatör sistemlerin eliyle kurtulunması, 6- İç savaş başlatılan ülkelerde 70-80 yıldır zorla oluşturulmuş cemaatlerin ve yetişmiş kadroların hazırlıksız bir şekilde iç savaşa çekilmesi ve bitirilmesi. Yani Müslümanların erken doğuma zorlanması. Çocuğun anne karnında sağlıklı bir şekilde büyümesini ve vaktinde doğmasını istemeyen, bunu kendileri için tehlikeli görenler, anneye sunî sancı iğnesi vurur, sunî olarak sancılanmasını ve erken doğum yapmasını sağlar. Böylece doğan çocuk ya ölecek ya da çok hastalıklı ve problemli olacaktır. Ortadoğu’da Müslüman cemaatlere yapılmak istenen ve yapılan budur. 7- İç savaş başlatılan ülkelerde silahlanma ihtiyacının doğması, Amerika ve Rusya gibi silah üreticisi devletlerin buralara komşu devletler vasıtasıyla silah sevkiyatı yapması. Rejime yapılacak silah satışlarının ücretini devlet, muhalif gruplara yapılacak silah sevkiyatının parasını ise projenin içinde yer alan petrol zengini devletler mesela; Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler karşılayacaktır. Bu arada bölge devletlerinde bir korku başlayacak ve silahlanma yarışına gireceklerdir. Böylece silah üreticisi Amerika ve Rusya bu ülkelere modası geçmiş silahlarını satabilecektir. 8- Bazı ülkelerde iç savaş çıkınca bölge ülkelerinin farklı taraflarda yer almasının sağlanması ve böylece bölge ülkelerinin de arasının bozulması. İran ile Türkiye arasında olduğu gibi… Bu açık ve gizli ihtilaf zamanla mezhepler arası çatışmalara dönüşebilecektir ve bunun olması için özellikle tekfirci gruplar her yerde desteklenmektedir. Sünni görüntüsünde ama gerçekte tekfirci olanlar Şiileri tekfir ederken, şiilerin tekfircileri de Sünnileri tekfir edecek ve birbirlerinin katlini caiz görecek hale geleceklerdir. 9- İmamsız, kadrosuz, plansız ve disiplinsiz halk hareketinin yanlışlar yapması, aralarına samimiyetsiz kimselerin hatta hırsız ve katillerin sızması, böylece ülke insanlarının Müslümanlardan ve cemaatlerden nefret etmesinin sağlanması. Bunun sonunda İslamî faaliyetler gerileyecek ve insanlar bu faaliyetlerden kaçacaktır. 10- Başlatılan halk hareketleri ve iç savaşlarla hedeflenenlerden biri de Ortadoğu halklarının bu sahte devrimlerle aldatılıp gerçek devrimlerin engellenmesidir. Batılı güçler Ortadoğu halklarının uyanmaya başladığını, ‘Tevhid ve özgürlük’ dediklerini duymaktadırlar. Bu hareketler olgunlaşmadan, yetkin kadrolara ulaşamadan, halka yön verecek ve onları İslamî şuura ulaştıracak düzeye gelmeden harekete yön verilmek istenmekte ve hareket İslamî olmaktan çıkartılıp demokrasi taraftarı bir harekete dönüştürülmektedir. Halklara “devrim mi istiyorsunuz, alın size devrim” denilmekte ve gazları alınmak istenilmektedir. Halk, başındaki diktatörden kurtulduğunu zannedip sevinirken Irak, Libya ve Mısır’da olduğu gibi bir başka diktatör gelmekte ve bir şey değişmemektedir. Son yüzyıldır olduğu gibi Müslümanlar savaşmakta ancak idareye başkaları hâkim olmaktadır. Amerika ve Batılı devletlerin özellikle Suriye konusunda sessiz kalmaları işte bu menfaatleri elde etmek içindir. Lidersiz, kadrosuz, eğitimsiz ve plansız bu sokak hareketleriyle bırakın İslam’ı, demokrasi bile gelmemekte ve kısa bir zamanda bu baharın sahte bir bahar, halk devriminin de sahte bir devrim olduğu ortaya çıkmaktadır. Geride yüz binlerce kayıp, enkaza dönmüş bir ülke, birbirine düşman kesilmiş ve bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir toplum bırakılmış ve hiçbir sonuca da ulaşılamamıştır. Müslümanlar bunun acısı içinde kıvranırken perde gerisinde halka göz kırparak onları sokağa dökenler saraylarında mutludurlar ve ölmeyi bilen ama siyaset ve strateji bilmeyen Müslümanlara bakarak alaylı bir şekilde tebessüm etmektedirler. Bu olayları başlatırken bunları ve daha ötesini hedefleyen başta Amerika olmak üzere tüm batılı güçler hedeflerine ulaşırken aynı zamanda; 1 İstediği rejim değişikliklerini bölge insanının eli ile gerçekleştirmekte, kendisi saldırgan durumuna düşmemekte, böylece prestij kaybetmemekte, 2 Asker kaybetmemekte, 3 Masraf yapmamakta, 4 İç savaş başlayan ülke ve komşuları Amerika’dan yardım ve müdahale bekler hale gelmekte, böylece Amerika’nın işgalciliği ve zulmü unutulmakta hatta ‘kurtarıcı’ rolü oynayabilmektedir. Bu yazdıklarım “diktatörlere sessiz kalınsın, zulme boyun eğilsin” manasında değil elbette. Söylenen, bu işin yolunun bu olmadığıdır. Bize göz kırpıp bizi sokağa dökenlerin hedeflerinin ne olduğudur. Siyaset ve strateji bilmeden canımızı versek de hedefimize varamayacağımızı ifade etmektir. Bütün bunlara rağmen elbette zalim ve kâfirlere karşı Allah için savaşanlar siyaseten yanlış yapsalar bile yine de şehiddirler. Ama tüm şartlarını yerine getirmeden sadece şehidler vermekle zafere ulaşılamayacağı unutulmamalıdır. Bir sonraki sayıda ‘Libya, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde sokağa çıkmadan evvel neler hesaplanmalıydı’ konusuyla devam etmek dileğiyle… Allah’a emanet olun.

Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı - 2

Bizi yeryüzünde halifesi olarak yaratıp sonra da ümmet olarak şereflendiren, her düştüğümüzde elimizden tutup kaldıran Allah’a hamd; gece gündüz çektiği çilelerle sağlam bir ümmet meydana getiren ve bu ümmetin geleceğinin parlak olacağını bildirerek bizlere moral veren Rasulüne salâtu selam; Müslümanların derdini dert edinen ve ümmeti yeniden diriltme mücadelesi veren kardeşlerime selam ile başlıyorum. Geçen sayıda; demokrasi istiyorlarmış gibi davranıp sonra da Ortadoğu’da diktatörlükler kuran ve yüzyıldır bu diktatörleri destekleyen yalancı ve ikiyüzlü batılı emperyalistlerin neden böyle davrandıklarını, Ortadoğu’da neden krallıklar kurduklarını açıklamaya başlamış ve iki sebep üzerinde durmuştum. Birincisi; diktatörler halk desteğinden yoksun oldukları için her zaman kendilerini iktidara getiren güçlere dayanmak ve onların emrine girmek zorundadırlar. Bunu yapmadıkları takdirde başlarına neyin geleceğini çok iyi bilirler. Ya ambargoya maruz kalacaklardır, ya kendi generallerinden biri tarafından darbeyle devrileceklerdir ya da halkları tahrik edilecek ve sokağa dökülecektir. Bunu bilen diktatör, süper güçler karşısında iki büklüm olur ve dediklerini yapar. Bu yüzden batılı güçler İslam âleminde her zaman diktatörleri tercih eder. İkincisi; diktatörler kendi ülkelerini geri bırakırlar. Çünkü kendini özgür hissetmeyen ve sürekli baskı altında olan halklar tembelleşir ve girişimci ruhlarını kaybederler. Tembelleşmiş bir toplumun geri kalması ise kaçınılmazdır. Ayrıca diktatörlüğün olduğu yerde insanlar sindirildiği ve gözleri korkutulduğu için kimse yapılan haksızlıkları, yetkililerin hırsızlıklarını ve zulmü konuşamaz. Dolayısıyla bir toplumu madden ve mânen çökerten bu sebepler her gün daha da çoğalır. Böylece hem devlet zayıflar hem millet şahsiyet kaybına uğrar. Batılı emperyalistlerin bu ülkeleri sömürebilmesi ve kimseden ses çıkmamasının sağlanması da o ülkenin diktatörlük ile idare edilmesi ile mümkün olur. O yüzden batılı güçler Ortadoğu’da diktatörlüğü ve diktatörleri tercih eder. İslam âleminde diktatör sistemler kurmalarının üçüncü sebebine gelince; bu bölgede gelişebilme potansiyeline sahip İslamî hareketlerin durdurulabilmesi ancak diktatörlük ve krallıklarla mümkün olabilirdi. O yüzden helvadan put yapan, ona ibadet eden, onu öven sonra da acıktığında onu yiyen Mekke’nin müşrikleri gibi batılı emperyalistler de din haline getirdikleri demokrasiyi işlerine gelmediğinde terk ediverir ve diktatörleri desteklemeye başlarlar. Aslında bir bakıma bunu yapmak ve bu çelişkiye düşmek zorundadırlar. Çünkü İslam, tabiatı gereği hükmetmek istemekte, hükmedilmeye razı olmamaktadır. Bunu bilen batılı veya batıcı güçler, İslam’ın değil kendilerinin hükmetmesi için diktatörleşmek ve diktatörleri desteklemek zorunda kalmaktadırlar. İslam hükmetmek istemektedir ve bu onun hakkıdır. Çünkü İslam Allah’tandır ve Allah kainatın yaratıcısı, rızık vericisi ve idare edenidir. Hiçbir şeyi başıboş bırakmayan ve onlara kanunlar koyan Allah’ın, insanı başıboş bırakması düşünülebilir mi? Hem de insanı kendi halifesi (vekili) olarak yaratmış ve insanı Allah’ın istediği gibi bir dünya ve medeniyet meydana getirmekle görevlendirmiş olduğu halde… Kur’an-ı Kerim: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”1 buyurarak Allah’ın insana kanunlar koyduğunu, Allah’ın dünyasında yaşayan insanın kendi istediği gibi yaşamasının mümkün olmadığını, Allah’ın insan için koyduğu kanunlara uyulması gerektiğini ifade eder. Kur’an-ı Kerim, neden indirildiğini kendisi açıklar ve: “Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik”2 buyurur. Yani bu kitap sadece öğüt vermek için gelmemiş aksine insanların hayatına yön vermeye ve hükmetmeye gelmiştir. İslam, sonradan Pavlos tarafından bozulmuş, şeriatı iptal edilmiş ve laikleştirilmiş Hıristiyanlık gibi şeriâtı yani kanunları olmayan ve sadece inançtan ibaret olan bir din değildir. İslam; hayatın içinde ne varsa o konuda kanunlar koyan, farzlar ve haramlar tayin eden, suçlar için bir ceza hukuku olan, alışveriş, miras, evlilik ve boşanma gibi konularda hükümler koyan hatta savaş-barış ve devletlerarası hukuk ile ilgili kanunlar koymuş olan, ferdî, ailevî ve toplumsal hayatımızla ilgili hiçbir alanı boş bırakmamış olan Allah’ın dinidir. İşte batılılar için sorun tam buradan çıkmaktadır. Onların dini olan Hıristiyanlık Pavlos tarafından şeriatsız hale getirildiği için devlete, siyasete ve hayata karışmamakta, sadece ahlakî konularda öğütler vermektedir. Dolayısıyla din ile devlet arasında bir çatışma çıkmamaktadır. Ancak az önce de belirttiğim gibi İslam’ın hayatın her alanında kanunları olduğundan İslam ile laik devlet arasında her alanda çatışma çıkmaktadır. Ortadoğu’nun Müslüman halkları kendi topraklarında Allah Azze ve Celle’nin dediğinin olmasını, O’nun dediği gibi yaşamayı ve kullara değil Allah’a itaat etmeyi istemekte, geçmişteki şanlı medeniyetini arzulamakta ve batılı hayat tarzından kurtulmak istemektedir. Ortadoğulu Müslümanlar Tevhidi haykırmakta ve özgürlüğe ulaşmak istemektedir. İşte bu yüzden İslam’ı ve İslamcı cemaatleri durdurabilmek için batılılar bu bölgede diktatörlüğe ve katı laiklik uygulamalarına mecbur kalmaktadırlar. Yani batılılar laikliği benimseyip özümsemediğimiz ve laik bir din anlayışına sahip olmadığımız müddetçe Ortadoğu’da demokrasiye izin vermeyecekler, kralları ve darbecileri desteklemeye devam edeceklerdir. Türkiye’de son yıllarda katı laiklikten vazgeçip ılımlı laiklik şeklinde bir stratejinin izlenmesi yaklaşık 80-90 yıldır devrimler, idamlar ve darbeler ile Müslüman halkın tevhidin gerçek manasını unutmuş olmasından ve kısmen de olsa laikliğin yerleşmiş olmasındandır. Türkiye’nin Amerika tarafından Ortadoğu ülkeleri için model ülke seçilmesi de bu yüzdendir. Yani onlar Türkiye’de ciddi bir İslam tehlikesi görmemekte ve laikliğin birçok cemaat tarafından bile kabul edilebilir bulunduğunu, İslam medeniyetini yeniden inşa etmek diye bir dertlerinin kalmadığını, batı medeniyeti ile uzlaşabilir bir hale getirildiklerini görmektedirler. Bu yüzden Türkiye’de biraz daha özgürlüğe müsaade etmektedirler. İslamî cemaatlerden bazıları laikliği kabul etmeyip demokrasiyi savunuyor olabilirler. Onlar bilmelidirler ki batılılar ve batıcılar buna razı olmayacaklar, laikleştirmedikleri toplumlara özgürlük vermeyeceklerdir. O yüzden demokrasi ile laikliği birbirinden ayırmaya kalkmak beyhude bir iştir ve bu ikisi batının gözünde her zaman birbirinden ayrılmaz ikilidir. O halde demokrasiyi savunanlar bir gün laikliği kabul edecek hale geleceklerini hesaba katmak zorundadırlar. Esas itibariyle bu bir tahmin olmaktan öte bugün var olan bir gerçek durumundadır ve birçok cemaatin laiklikle bir problemi kalmamıştır. Ilımlı laiklik projesi ılımlı İslam projesinden sonra ve onun bir sonucudur. Yani önce Müslümanları ılımlı hale getirmekte sonra kendileri de ılımlı laik olmaktadırlar. Tıpkı Kur’an-ı Kerimin buyurduğu gibi: “Şu halde inkâr edenlere itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.”3 Yani önce senin yumuşamanı, onlara yağcılık yapmanı, ılımlı olmanı istemektedirler. Sen onların istediği gibi olursan onlar da size karşı ılımlı hale geleceklerdir. Onlara asla itaat etme ve ılımlı olmaya kalkışma. Türkiyeli Müslümanların ve cemaatlerin bilinç düzeyi yükseldikçe, tevhidi anlayanlar çoğaldıkça, batı medeniyetini reddedip İslam medeniyetini isteyenler arttıkça Türkiye’de başlatılan ılımlı laiklik stratejisi terk edilecek ve geçmişte olduğu gibi katı laiklik ve diktatörlük tekrar başlatılacaktır. Hiç kimse 28 Şubat bitti, darbeciler yargılanıyor, Türkiye’de bir daha darbe olmaz zannetmesin. Ne onlar değişmiştir ne de İslam. İslam’da “kullara değil Allah’a itaat” anlayışı oldukça –ki bu değişmez- darbecilerde de halkı zorla değiştirme ve dayatma anlayışı var oldukça, batılılara gelince onlar da kendi ideolojilerine ihanet edip darbecilere destek verdikçe darbeler bitmez. Darbeciler, kendilerini darbe yaptıklarından daha güçlü hissettikleri müddetçe darbeler bitmez. Darbelerin bitmesi darbe yapılanların, darbecilerden daha güçlü olması ve bunun darbe yapacak olan güçler tarafından bilinmesi ile mümkündür. Türkiye’de darbecilerin yargılanıyor olması ılımlı laiklik stratejisinin bir parçası olduğu gibi Amerika’nın bu projesine kafa tutan ve Amerika’dan izinsiz darbe yapmaya kalkışanlara bir ceza ve ikazdır. Mesele büyük güçlerin stratejisi ve izin vermemeleriyle alakalıdır. Yoksa ne darbecilerin gücü azalmış ne de zihniyetleri değişmiştir. Türkiye’de ılımlı laiklik projesi ile Müslümanlar daha da ılımlı hale getirilirken Ortadoğu’nun diğer birçok devletinde iç savaşlar başlatma ve çatışma bölgeleri meydana getirme projesi sürdürülmektedir. Ortadoğu’da krallıklar kuran ve yüz yıldır bu diktatörleri destekleyen ve onlar sayesinde Ortadoğu’yu sömürenlerin son birkaç yıldır o diktatörleri devirmek ve Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek istediklerine inanmak mümkün müdür? Suriye ve Libya diktatörlerine karşı olan Amerika neden Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar gibi diğer devletlerin diktatörleriyle çok güzel ilişkiler içindedir? Bu iç savaşlar diktatörlüğe son vermek ve demokrasi getirmek için olmadığına göre Ortadoğu halklarını hazırlıksız, plansız, lidersiz ve kadrosuz bir şekilde sokağa dökmeleri ne için olabilir? Bununla hedeflenenin ne olduğuna bir dahaki sayıda temas etmek dileği ile... Allah’a emanet olun.

Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı - 1




Hamd; bizi ümmet kılan, gönderdiği kitabıyla güçlü bir ümmet olmanın yolunu gösteren, buna rağmen hatalar yapıp çöktüğümüzde bizi yeniden uyandıran Allah’a, salât-u selam; hidayetimiz için gece-gündüz mücadele eden ve kısa zamanda dünya devletinin temellerini atan Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e, selam ise ümmetin halini dert edinen ve yeniden diriltme gayreti içinde olan tüm kardeşlerime olsun.

Kıymetli kardeşlerim yaklaşık bir yıldır ümmetimizin çöküşü ve çöküşün sebepleri ile ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşıyordum.  Ancak Mısır’da halkın oylarıyla işbaşına gelen İhvan-ı Müslimîn’e karşı yapılan darbe ve sonrasında yaklaşık 5.000 Müslümanın alçakça şehit edilmesiyle devam eden süreç ve Suriye’de Beşşar Esed’in iki buçuk yıldır devam eden zulmü ve 100-150 bin Müslüman’ın şehit edilmesi ve en son kimyasal silahlarla yapılan korkunç katliamda 1300 civarında masumun vahşice şehit edilmesi bu sayıda Ortadoğu gerçeği üzerinde durmayı gerekli kıldı. Ümmetimizin çöküş sebeplerine kısmet olursa ileride devam edeceğim.

Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında İslam topraklarını haksız ve ğayrı meşru olarak işgal eden Batılı güçler, savaştan sonra Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizdiler. Bunu yaparken tüm devletlerde iç karışıklıklar, ayrılıkçı ve ırkçı hareketler meydana gelsin diye bir ırktan gelen insanları üç dört devlete paylaştırdılar. Kürt halkının Türkiye, Suriye, Irak ve İran’a dağıtılması gibi. Ayrıca aslında tarihte bir karşılığı olmayan bazı sûni devletler kurarak biraz daha parçaladılar. Bunlara ilaveten Ortadoğu’da devletler arasında sürekli sınır sorunları olacak şekilde haritaları çizdiler.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bunlardan çok daha önemli ve zararlı bir şey daha yaptılar. Ortadoğu’nun tamamında diktatör sistemler ve rejimler kurdular. Her tarafta diktatör bir kral veya asker bulup onu desteklediler. Batıcı ve zalim bir kadro meydana getirmesini sağladılar ve ülkeyi o kadrolara teslim ettiler. Bakmayın şimdi diktatörlüğe ve diktatörlere karşıymış ve Ortadoğu’da demokrasi istiyorlarmış gibi konuştuklarına. Yalancı olduklarına, 90 yıldır bu diktatörleri desteklemeleri şahittir. Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar gibi krallıklar başta olmak üzere Ortadoğu’nun kral ve diktatörlerinin hemen hemen tamamıyla ilişkileri en iyi düzeydedir. Saddam ve Kaddafi gibi bazı diktatörlerle aralarının açılması ise bir takım siyasi sebeplerden, bazı konularda Amerika’ya kafa tutmalarından ve bu diktatörlerin sonradan Amerika’dan çok Rusya’ya yakınlaşmalarıyla ilgilidir. Diktatör olmalarıyla ilgisi yoktur. Diktatör oldukları için olsaydı diğer diktatörlerle de ilişkilerinin bozuk olması gerekmez miydi? Hem daha önce Saddam’ı destekleyen ve zorbalıkla Irak’ın başına getiren yine Amerika değil miydi? Devirdikleri Saddam ve Kaddafi’nin yerine gelenler ne kadar demokrattırlar ve buralara gerçekten demokrasiyi mi getirmişlerdir?

Bunları demokrasi taraftarı olduğumuz için değil Batı’nın gerçek yüzünü ortaya koymak için söylüyoruz. Yoksa biz bir Müslüman olarak demokrasiye taraftar olamayız. Çünkü:

1- Demokraside Allah’ın dediği değil insanları dediği olur. Hâlbuki Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olmalıdır ve bu O’nun hakkıdır. Çünkü O her şeyin sahibi, insanların yaratıcısı, rızık vericisi, kâinatı idare eden ve en iyi bilendir. O’ndan daha fazla hak sahibi olan ve O’ndan daha iyi bilen var mıdır? Kullarının iyiliğini O’ndan daha fazla isteyen olabilir mi? Bir Müslüman Allah’ın dediği değil halkın dediği olsun diyemez ki demokrasiyi savunabilsin.

2- Demokraside Allah’ın hükümlerine, yasaklarına ve farzlarına bakılmaz. Kur’an’ın haram kıldıkları serbest bırakılırken, yerine göre Kur’an’ın farz kıldıkları yasaklanır. Demokratik ülkelerde içki, kumar, faiz, zina, çıplaklık, homoseksüellik ve kürtaj gibi tüm haramlar serbest ve yaygın değil midir? Okullarda ve devlet dairelerinde başörtüsü ve mesai saatlerinde namaz yasak değil midir? Bir Müslüman haramların serbest olmasını savunamaz ki demokrasiyi savunabilsin.

3-  Demokrasinin özgürlük çığlıklarına gelince; o sadece bir yalandır. Yukarıda ifade ettiğim gibi demokratik denilen ülkeler, Ortadoğu’da diktatörlük ve krallıklar meydana getirmiş, yaklaşık bir asırdır onları desteklemiş ve Ortadoğu ülkelerinde sık sık darbeler yaptırmışlardır. Türkiye’de yapılan tüm darbeleri de, en son Mısır’da yapılan ğayrı meşru darbeyi de açıkça desteklemiş ve darbeye ‘darbe’ bile dememişlerdir. Hadi bizde ve Ortadoğu ülkelerinde demokrasi yok, peki Batılı ülkelerde de mi yok? Demek ki demokrasi darbeleri kabul eden ve içine sindirebilen bir nizamdır. O halde halkın hâkimiyeti ve halkın iradesine saygı bir yalandan ibarettir.

Demokrasilerde büyük güçler medyayı, medya ise halkı yönlendirir ve sonra halk sandığa davet edilir. Kitleler oy verirken özgür iradeleri ile oy verdiklerini zannetseler de hakikat öyle değildir ve yönlendirilmişlerdir. Medya rüzgârına ve tüm çeşitleriyle yönlendirmelere karşı koyabilecek, bilinç düzeyi yüksek çok küçük bir azınlığın dışında geniş kitleler için bu böyledir. Medyayı ve tüm güç odaklarını yönlendiren bu derin ve de gerçek güçler planlarını yapar, stratejilerini belirlerler ve istediklerini iş başına getirirler.

Demokrasilerde hükümetler ülkenin hamalı ya da en iyi ifadesiyle ülkenin müdürü durumundadırlar. Asla patron değildirler. Patron her zaman o derin ve gerçek güçlerdir. Hükümetler onların dediğini yapar ve hamallığa razı olurlarsa mesele yoktur. Ama yanlışlıkla “halk bize oy verdi o halde güçlüyüz ve sistemde bir takım şeyleri değiştirebiliriz” gibi düşüncelere kapılır da kendilerini iktidar gibi görmeye kalkarlarsa o zaman gerçek güçler, güçlerini gösterecek ve ülkede patronun halk ve halkın seçtiği hükümet değil, kendilerinin olduğunu ispatlayacak ve bir şekilde darbe yapacaklardır. O zaman hükümet yetkilileri de kendilerine gerçek gücün verilmemiş olduğunu ve sadece hamallık ile görevlendirilmiş olduklarını acı bir gerçek olarak anlayacaklardır.

O halde demokrasiyi savunarak özgürlük ortamı elde edeceklerini ve bundan istifade edeceklerini zanneden Müslümanlar, gerçek olmadığı defalarca tecrübe edilmiş ve görülmüş bir şeyi bir daha denemiş olmaktadırlar. Japon atasözünde; “Denenmişi denemek aptallıktır” der. Madem Osmanlıyı “müsâvat” (eşitlik), meşrutiyet ve hürriyet gibi yaldızlı sözlerle (zuhrufel kavl) yıktılar, o halde biz de demokrasi ve özgürlük diyerek davamıza hizmet edelim, onların saltanatını bitirelim diyenler, ya da böyle düşünenler bilmelidirler ki, onlar bizi o yalanlara inandırmışlardı. O yüzden başarılı oldular ama şimdi siz onları demokrasiye inandıramazsınız ki bu yaldızlı kelime ile bir yere varabilesiniz. İşte anlayamadığımız bu. Demokrasiye bizden birçokları inanmış olsa bile, perde arkasındaki gerçek güçler, asla inanmadılar ve inanmayacaklar. Onlar “Halk bizi istemiyorsa istediği yere gidebilir” anlayışındadırlar.

Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı Müslümanlar demokrasi taraftarı olamazlar ama cesaretle konuşarak memleketlerinde özgürlük ortamını sağlamalıdırlar. Bu arada Batılı güçler tarafından utanma belası bir takım özgürlükler verilirse ondan da istifade etmelidirler. İstifade etmeleri demokrasiyi savunmalarını gerektirmez.

Yukarıda sayılan sebepler hatırlanacak olursa demokrasiyi savunmanın bir Müslüman için caiz olamayacağı anlaşılacaktır. Demokrasiyi savunan bir Müslümana “Siz İslam Medeniyeti’nde her şeye izin verecek misiniz? Haramları işlememize karışmayacak mısınız?” denildiğinde ne cevap verecekler? “İslam Medeniyeti’nde istediğiniz gibi yaşayabilir ve istediğiniz haramları işleyebilirsiniz” diyemeyeceklerine göre, demokrasiyi savunarak çelişkilere düşmemeli ve çıkmaz sokaklara girilmemelidir. Demokrasi diyerek değil ‘Leileheillallah’ diyerek insanları İslam Medeniyeti’ne davet ederek mücadele edilmelidir.

Ortadoğu’da diktatörlükler ve krallıklar meydana getiren Batılı devletler bunu şu sebeplerden dolayı yapmak zorundaydılar:

1- Arkasında halk desteği olan ve gerçekten güçlü iktidarlar dünyanın patronluğunu yapan devletlere bazı konularda kafa tutabilir ve kendi bildiğini yapabilir. Ama diktatörlere gelince gerçekte halk desteğinden yoksun ve halklar tarafından sevilmeyen kimseler olduklarından daima kendilerini iktidara getiren güçlere sırtlarını dayamak ve onlara itaat etmek zorundadırlar. Diktatörler, kendi halklarına karşı aslan kesilip her zulmü yapacak cesareti gösterseler de Batılı güçler karşısında iki büklüm olan zavallı yaratıklardır. O yüzden Batılı güçler tarafından tercih edilirler.

2- Ortadoğu’da krallıklar kuranların bunu yapmalarının sebeplerinden biri de bu ülkelerin geri bırakılmasıdır. Çünkü diktatörlüğün olduğu yerde tembellik olur. Kendini özgür hissetmeyen ve bir işe başlayacağında devletini yanında değil, karşısında bulan ve sürekli korku içinde olan insanlar atılımcı olamazlar. Özgürlüğün olmadığı yerde gelişme olmaz, olsa da az olur ve kısa sürer.

Bugün Ortadoğu’nun geri kalmışlığında halklarına sürekli baskı yapan, zulmeden, sindiren, geniş kitleleri köle ruhlu hale getiren, onların şahsiyetini ve girişimci ruhlarını öldüren, onlara hedef göstermeyen hatta hedef gösterenlerden bile rahatsız olan bu diktatörler ve onları işbasına getiren Batılılar sorumludurlar.  Bu ülkelerin geri kalmışlığından bu ülkelerin idarecileri sorumlu olmayacak da kim sorumlu olacak? Müslüman halklar bu zalimlere sessiz kaldıkları, onlara oy verdikleri ve memleketlerinde İslam’ı hâkim kılmak için gayret göstermedikleri için elbette sorumludurlar. Ama Ortadoğu’nun geri kalmışlığından ne İslam ne de İslamcılar direkt olarak sorumlu olamazlar. Çünkü bu ülkeler yüz yıldır ne İslam’a göre ne de İslamcılar tarafından idare edilmektedir.

Konuya devam etmek dileği ile Allah’a emanet olun.
 
Bilgi : Alparslan Kuytul | Furkan Vakfı | Öncü Nesil
Yapım Yılı © 2014. Alparslan Kuytul Hocaefendi - Tüm Hakları Saklıdır
Alparslan Kuytul Hocaefendi'nin sevenleri tarafından açılmış bir blog sayfasıdır.
Burada Hocaefendiye ait videoları izleyebilirsiniz. Resmi bir blog sayfası değildir.